Ana içeriğe atla

Kayıtlar

Yasak elma

Bilgisayarlar hayata ekranlarını açtıktan bu yana çok şey değişti. O dev gibi dakikalarca açılmak bilmeyen ekranlardan neredeyse tıklamayı aklımızdan geçirdiğimizde kendiliğinden açılacak ekranlara doğru ilerliyoruz. Öyle hızlandık ki artık trafikte beklerken yaşadığımız sabırsızlığı ekran karşısında da yaşamaya başladık. Bilgisayar ekranı karşısındaki sabırsızlığımız bazen bize  pahalıya mal olabiliyor. Nasıl mı? Değerli bir dostumun şuan markasını reklam olmasın diye:) hatırlamadığım windows 10 işletim sistemli bir bilgisayarı vardı. Garibim, her gün taa bilmem kaç km'den üşenmeden o dambıl kılıklı aleti omuzunda taşıyıp işe gelir eve dönerken de diğer omuzuna alıp yolu tutardı. Bir gün arkadaşım omuzları boş gelmişti işe. Onu omuzundaki yükleri olmadan görünce şaşırdım tabi ben bu işe. Sordum bizim arkadaşa: Hayrola nedir bu hal? Akşam kendisine halletmesi için bir iş gönderilmiş. O da bilgisayarı açmış. Açmış açmasına ama bilgisayar her zamanki gibi pek niyetli değilmi

Bağlamanın Pedalları

Çocukken babamdan en çok istediğim şey bana bir masal anlatması değildi, bisikletti. Sonraları ilkokul son sınıfta öğretmenimin bağlama çalmasından çok etkilendim ve bir de bağlama istedim babamdan. Kafayı gözü patlatırım korkusuyla annem bisiklet alınmasına engel oldu. Öte taraftan, ya babam bağlamayı Orhan Gencebay'ın ekmeğiyle oynamamam için almadı ya da milletin kafasını şişirmeyeyim diye. Bu ikincisi daha muhtemel. Bu şekilde bisiklet ve bağlama içimde bir ukde olarak büyüdüm. Bisikleti arkadaşlarım bir tur verirse sürerdim. Hatta bir gün bisiklet kullanırken direksiyondan ellerimi çekerek bisiklet kullandığımı arkadaşlarıma göstermek için çöp tenekesine toslamıştım. Meğer annem babama bisiklet aldırmamakta ne kadar da haklıymış dedim kafamda kuşlar dönerken. Fakat bağlama almamaları konusunda haklı olmadıklarını göstermek için çalışmalarım hala sürüyor. Bisikletim hiç olmadı ama bir bağlama aldım ve hikayesi şöyle: Üniversitenin ilk yıllarında Beyazıt'a doğru g

Yüksek Lisans /Doktora Tez Önerisi

Baştan ifade edeyim yüksek lisans ve doktora öğrencileri başlıktan bir tez önerisi nasıl hazırlanır? sorusunun cevabını arıyorlarsa,  bu o tez önerisi değil. Bu, blog yazarlığına başladıktan sonra toplumumuzun okuma alışkanlığıyla ilgili bir tespitim sonucu -bunu dikkate alırlar mı bilmem- ilgili mercilere buradan sunduğum bir öneri.  Gün içerisinde hepimiz interneti kullanıyoruz. Merak ettiğimiz her şeyin cevabını google efendiye soruyoruz. Karşımıza çıkan sonuçlarda en çarpıcı başlığa bakıyoruz. Meseleyi en kısa ve öz anlatan yazılara tıklıyoruz. Hatta yazı bir paragrafı geçerse onun devamını okumuyoruz genelde. İşin başka bir boyutu da aradıklarımızı video olarak arayıp okumaya uğraşmıyoruz. Videoda birileri bize meseleyi anlatıyor.  Geçmişi günümüze taşıyanlar bunun için yazıyı kullanmış. Bugün biz de gelecek nesillere bugünü taşımak için yazıyı kullanmakla beraber videoları kullanıyoruz. Onlar yazdıklarıyla hayal gücümüze katkıda bulundular. Biz ise gelecektekileri haya

Eşit ağırlıkta sen? (1)

Sen yoksun ya Gecenin bir yarısı yok İki yarısı, dört çeyreği var Akreple yelkovan arasındaki açı Hep hüzün derece Sen yoksun ya Gözlerime kümelenen acının Kesişimleri var beynimde Ve birleşimleri yüreğimde Sen yoksun ya Çarpanlarına ayrılmış bedenimin Bir daha bir araya gelmeme olasılığı var Sen yoksun ya Kurduğum cümleler edilgen çatılı ve geçişsiz Anlam belirsizliği içinde Sen yoksun ya Odamda nem açığı artarken Gözlerimde nem doyma noktasında Ayın dört hali var ama hiç hali yok Sen yoksun ya Uykuma koloniler kurdu sokak lambaları Zaman milattan öncesi kadar anlamsız Engizisyon mahkemelerine düşmüş kadar bahtsızım Sen yoksun ya İvme  kazandı yalnızlığım Homojen bir karışım gibi şimdi duygularım Ve atom çekirdeği kadar küçük İçimdeki umut. Sen yoksun ya Bir septik kadar şüpheciyim Bir entüsyonist kadar sezgici Sen yoksun ya Evrim teorisi kadar saçmayım Nötr atomlar gibi hareketsiz Ve sen yoksun ya Manik depresif bir hastayım Halisünas

Babannemden inciler

Efendim 90'lı yıllarda Anadolu'da çocuk olduğum için dede ve nene ile beraber büyüme şansına sahip oldum. Gerçi dedem henüz ben onu hatırlayacak bir yaşa gelmeden Hakk'a yürümüş -Allah ona ve tüm geçmişlerimize rahmet etsin.- Babaannem de üç yıl kadar önce ebediyete göçtü. Geriye yazılı bir eser bırakmadı ama benim nazarımda sözlü kültürün büyük bir bölümü onunla toprağa gömüldü. O, çocukluğumda klasik  ve veciz ifadeleriyle bana düşünce kapısını açan kişiydi. Belki şimdilerde yirmili yaşlardaki neslin çoğunun sahip olduğu teknolojiye biz o zamanlar sahip değildik ama dedelerimizin ve nenelerimizin etrafımızda olması bizi kültürel olarak besliyordu. Zaten ben babaannemin söylediği bir sözü anlamaya çalışırken baya bi beyin jimnastiği yapmış oluyordum. Mesela arkadaşlarımla komşunun bahçesine girmişiz kiraz ağacına çıkmışız -kiraz hırsızlığı demeyelim de ona yaramazlık diyelim- yakalanmışız veya ben sadece suç mahallinde bulunmuşum da suç işlememiş olduğum halde eve k

İnsanlık Öldü mü?

Girizgâhımı kendisinin veciz bir ifadesiyle yaptığım Suriyeli yazar Mustafa es-Sıbâî Hayat Bana Böyle Öğretti adlı eserinde, insanın hayvana merhamet edip insana karşı duyarsız olmasını, merhamet iddiasında iki yüzlülük olarak niteler ve ekler: "..öyleyse böyle bir insan, hayvandan daha da kötü durumdadır." Geçenlerde haberlerde tam da bu tespite uygun bir olaya rastgeldim. Sokak köpekleri bir amcanın dükkanını işgal etmiş amca da fırçanın sapını kaptığı gibi dalıvermiş "hayvanların arasına". Haberde amcayı câni olmakla suçlayan ve köpekleri sarılıp neredeyse ağzından öpen bir kadını  görünce hemen aklıma yazarın yukarıdaki ifadeleri geldi. Elbette, hayvanlara merhametsiz olunması gerektiğini falan savunmuyorum. Aksine merhametimizin dozunu merhamet ettiğimiz varlığa göre ayarlamak gerektiğine inanıyorum. Çünkü sevgimiz, nefretimiz, şefkatimiz ve öfkemiz  aşırıya kaçtığında artık bir facianın eşiğine gelmişiz demektir. Bir şey haddini aştığında zıddına i

Salt müziğin eleştirisi

Hayatın hengâmesi içinde müzik insanın can yoldaşı desek biraz abartmakla birlikte doğru söylemiş oluruz. Hepimiz her gün müziğin yoldaşlığından nasipleniyoruz. Müziksiz günlerimiz ise tatsız tutsuz sanki. Mesela ben, müzik dinlemediğim günlerin tadını, "tuzsuz hıyar"a benzetiyorum. Sizin de benzettiğiniz bir tatsızlık vardır elbet. "Müzik ruhun gıdasıdır" sözü gerçekten bütün bu ifadelerimi üç kelimeyle özetliyor. Müziğin güzelliğini ortaya çıkaran en temel özelliği de hiç şüphesiz sözlerle olan ilişkisidir. Dünya genelinde sözleri itibariyle; yaşanmışlığı, hikayesi olanlar en çok tutulan müzik türleridir. Halk müziği bunun en canlı örneğidir. Sözle müzik -çayı şekersiz içenlere hoş gelmese de- çayla şeker gibi birbirine muhtaçtır. Aslolan yıllarca dillere pelesenk olan nesilden nesile aktarılan söz ve müziklerdir. İşte benim nazarımda sanat değeri en yüksek olanlar bunlardır. Günümüzde ise müziğin ön planda olduğu sözlerin ise bir gr. sanat değeri ta

Ölmeden bir gün önce

                                          O gün uzunca bir zamanın ardından Melik yanıma gelecekti. Öncesinde askerde olduğu için yüz yüze görüşememiştik. Birkaç gün öncesinden haberleştik ve nihayet kavuşma anı gerçekleşiyordu. Okulun giriş kapısında bekliyordum onu. Birden o alıştığım gülümsemesiyle koşarak yanıma geldi ve o meşhur güreşci sarılmasıyla sarıldı kemiklerimi kırarcasına.  Hâsılı buluştuk ve okulun terasına çay içmeye çıktık. Sınıf arkadaşım Mahmut Hakkı,  o esnada Melik'e hoş geldin derken nereden aklıma geldiyse bir fotoğrafımızı çekmesini  istedim. Sonra okuldan ayrıldık ve Beyazıt'a gittik.  Melik askerdeyken nişanlanmıştı ve yaza düğün yapmaya hazırlanıyordu. Beyazıt'ta dolaşırken bana öve öve bitiremediği bir tatlıcısı vardı. Orada mutlaka tatlı yememiz gerektiğini söyledi. Ben de merakla "Güllüoğlu falan yanında halt etmiş" dediği bu tatlıcıyı etrafta bakınırken birden seyyar bir araba içerisinde Kemal Paşa tatlısı satan a

Çakıl taşları

Uzunca bir sohbetin son kelamı gibi dönüşün İstanbul'da sonbahar sonrası manzara yine sarışın Gözlerin bir ressamın fırçası gibi değiyor  İstanbul'uma Gidiyorsun, bir sancı değiyor işte soluma Ömrüm kaybettiklerimin ardında kalan zaman dilimi Diyemem içimdekileri bir şeyler bağlar dilimi Çakıl taşlarıyla örülüdür gönül duvarlarım Zaman işte bir taştır uçurumlardan yuvarlarım Dağınık beyitlerin ardında gizlenir manalarım Gidenlerin ardından ben hep böyle ağlarım Dedim ya bir başka ağlarim işte gidene Gözyaşlarım hep bu nedenle düşer kefene Meraklı bakışların buğulanır gözbebeklerimde Gözlerimse bir bebek gibi ağlar toy beyitlerimde Kefene, beyite, bebeğe ve göze su değince Yürekte kalan sızıdır bir tuz gibi, ince Çakıl taşlarıyla örülür şimdilerde şiir duvarları Sabrı ve renksiz kelimeleri zamana uğurlarım

Kahır

                                                                                                                    İki dostun iki derin mezarı gibi gözlerin İki mezara dizilen uzun tahtalarsa kirpiklerin    İki dostun iki beyaz kefeni gibi ellerin Bir hüzün kelepçesine amadedir bileklerin    İki dostun iki tabutu kadar soğuk avuçların Kanatları kırılmış yüreğim üstünde uçan kuşların    İki dostun iki hüseyni salâsı gibi son sözlerin Kulaklarımdan gönlüme dolar ayrılık közlerin    İki dostun dört tekbiri kadar kısacık vedaların Ve yine ardındadır kısalan günler dağların    İki dostun iki ölüm sabahı gibidir yokluğun Tüm kara haberler içindedir yine suskunluğun    İki dostun iki kaskatı cesedi sanki resimlerin Salt acısı ciğerdedir resme düşen mevsimlerin    İki dosttan geriye kalanlar gibi kalıntıların Söylenememişliklerdir ölümden tüm alıntıların    İki dosttan arta kalan iki zindan yalnızlığım İki çaresizliktir ikili mısralarımda

Girizgâh

"Aldatmayı zekâ, dejenere olmayı özgürlük, ahlaksızlığı sanat, sömürüyü yardım olarak adlandırması bu medeniyetin ayıplarındandır" der Mustafa es-Sıbâi. Aslında bu söz üzerine söz söylemek,  itnab kabilinden olsa da kendilerine itnab  yapılmasının vacip olduğu muhatapların sayısının azımsanması abes olan bir medeniyet (!) evresindeyiz. Anlatıp anlatıp bitirilemeyecek  nice problem orta yerde duruyor, anlattıkça ise yeni bir problem bitiveriyor burnumuzun dibinde. Sussak gönül razı değil, söylesek faydası yok diyoruz bu çözümsüz problemler için. O zaman gönlümüzü razı edelim. Varsın faydası olmasın. Biz ucunda ölüm de olsa Hakk'ı söyleyelim. İşte söze başladık. Sözümüz bazen gözümüz bazen özümüz olur. Gün olur sözü süzer dizeriz, gün olur sizi üzer gideriz. Maksat hoş bir sadâ bırakmak gökkubbede. Niyet dertlere derman bulmak ilelebede. Bazen ne sır ne zâhir gibi bazen nesir bazen şiir gibi dile geleni paylaşmak üzere...