Ana içeriğe atla

Bir Papatya Hikâyesi


Tâ ilkokul yıllarıma dalıyorum şimdi. Bakalım nereye götürecek bizi yol.

Nereden başlasam bilmiyorum. Eğrekten aşağı inip okula başladığım ve dünyanın bizim evin etrafından başka yerleri olduğunu keşfedişimden başlamalıyım belki de. İlk kez adını öğrendiğim mekanlara bir göz atalım Eğrek'in ardından. Mahalle ahalisi tarafından bilinen ortak mekanlara bakalım şöyle bir. Onların yol tarifi yaparken esas aldıkları noktalardan hatırladıklarım:

Caminin önü, Okulun önü -Mahalle halkı arasında "Bağın G.tü" olarak da bilinir-, Mezarlık (Mahalle ağzında Mezerlik de denilebilir-, Kahve'nin Ora -Gave'nin Ora asıl kullanımı-, Bağlar, Eğrek, Top Sahası, Körce, Bakkal'ın Ora, Çırağan Bayırı, Göğ ya da Göv Bayır, Eriklik -Erüklük şeklinde de söylenmesi caizdir-, Çayırbaşı -Mahallenin altında kalan tarlaların yer aldığı bölge-, Boz -Yine tarlaların bulunduğu bölgelerden biri, Framaz -Mahalle'nin komşu köyü-, Hasan Öldü -Mahallenin üzerinde yer alan tepelerin arasında bir nokta-, Kavak -Hasan Öldü mevkisinden yukarı doğru çıkıldıkça yalnız başına dağda bekleyen birkaç kavak ağacının bulunduğu yer, Cirmioğlu -Daha önceki yazılarımda adı geçen, mahalleyi çevreleyen yüksek tepelerden biri-.

Yukarıdaki mekanlara isimlerini veren mahalle ahalisinden bazı aileler ve gruplar; Dedeler, İzzetler, Keller, Asimler, Dilik Kulaklar, Mantarlar, İnce Memetler, Hoturlar, Gülalar, Çandikler, Topal İbrahimler- Aslı Topal İbrahamlar, Sağır Hasanlar -Aslı Sağrasanlar-, Part Hasanlar -Part, abartarak konuşan anlamında, Raifler -Aslı Rayıflar-, Hilmiler -Aslı Helmiler- Paşa Beyler -Paşabeğler- ve Gıreyler şeklinde zikredilebilir. Aile ya da akraba gruplarının dedelerinin isimleriyle anıldığı bu örnekleri  hafızamı biraz zorlasam sayıca artırabilirim ama bu kadarı kafi.

Eğrek’ten aşağı indiğimde mahallenin değişik noktalarının ve öne çıkan mekanlarının olduğunu, dünyanın bizim ev ve Eğrek çevresinden ibaret olmadığını öğrenmiştim. Çocukluğumdaki ilk akademik deneyimim bu olsa gerek. Çünkü ilk keşiflerimden biri, ailem ve komşularımız dışında  birlikte yaşadığımız koca bir mahalle ve çok sayıda insan olduğu gerçeğiydi. Bunun yanında çocukken farkına varamadığım ancak şimdi anlayabildiğim önemli bir durum da mahallede çok sayıda insan ve aile varken benim akranım olan sadece beş-altı erkek ve bir o kadar da kız çocuğunun olmasıydı. 

On-onbir kişilik sınıfımızı, sobasını, kara tahtasını, kara önlüğümü- nedendir bilmiyorum bir tek ben kara önlükte ısrarcı olmuştum arkadaşlarım arasında-, duvarlara astığımız okuma fişlerini, çam çıra yaptığım çizgili defterimi, kareli matematik defterimi, okul çantamı, kokulu silgimi ve daha birçok şeyi bütün detaylarıyla hatırlıyorum. Sınıf öğretmenimiz Mehmet Ali Gül -Allah rahmet etsin- kıvırcık beyaz saçlı, kafasının ortasındaki saçlarsa tamamen dökülmüş yaşlı biriydi. İlk yıl oyunla eğlenceyle öğrenmeyle geçerken sene 1991'di.  Ayrıca o yıl, kalbi delik olan arkadaşımız Nuran'ın, kardeşi Figen'le okula birinci sınıftan devam etmek zorunda kalmasını hatırlıyorum. Halbuki o, bizden bir iki yıl önce okula başlamış ve sağlık sorunlarından dolayı devam edememiş, şimdi yeniden bizimle okula geri dönüyordu. "Kalbin delik olması" öğrendiğim en ciddi hastalık olarak tarihe geçiyordu.

Okuldaki öğrenciler arasında askerdeki devrecilik muhabbetine benzer bir durum vardı. Kendi yaş grubumuzdan olmayanları aramıza almadığımızı iyi hatırlıyorum. Bir iki istisnası olsa da yetişkinlik dönemimde bile arkadaş seçimimde etkisini hissettiğim  bu absürtlüğün temelde darbeyle yapılan 82 anayasasının askeri yansımaları olduğunu düşünüyorum. Nitekim okulda yaptığımız tüm faaliyetlerin askeri terminolojiden esinlenilerek hayata geçirildiği belliydi. En basiti milli bayramlarda yaptığımız amansız yürüyüş provalarının ağırlığını hatırladıkça şimdi bile yoruluyorum. Birinci yılla ilgili çok anı anlatabilirim ama sınıfımızın en uzunu olan Sercan'ın tuvalete gitmek için "....retmenimm tuvayete gidebiliy miyim" diyerek izin almasını hiç unutamam heralde. Ona sorsanız ben de aynı şekilde söylüyordum izin alırken Allah bilir.

İkinci sınıfta öğretmenimiz Gazi Biçer'di -Allah rahmet etsin-. O  hayatımda tanıdığım en naif öğretmendi. Onca yaramazlığımıza rağmen bize bir kez olsun kızdığını hatırlamam. Hatta birinci sınıftaki öğretmenimizden sonra Gazi Öğretmen'in bir melek olduğunu düşünmüştüm. Onun bize hiç ama hiç kızmaması, bizim onu o kadar çok sevmemize neden olmuştu ki; bugün bile o sınıftaki arkadaşlarımıza ilkokul öğretmenlerimizden en çok kimi sevdiklerini sorabilme  şansımız olsa heralde ondan başkasını söylemezlerdi. 

Okuldaki ikinci yılım, hayatın acı gerçekleriyle pratik olarak ilk kez karşılaştığım dönemimdi. İşte o dönemde bir gün, sınıfımıza yeni bir öğrenci geldi. Nurdan isimli bu yeni arkadaş, Gazi Öğretmen'in talimatıyla benim yanıma oturmuştu. Aslında "Kızlar kızların yanında oturmalıydı!". O zamanlarda erkek arkadaşlarımızın arasındaki konsensüs böyleydi. Gerçi ben yalnız ve en önde cam kenarında oturduğum için halimden memnundum. Nurdan'ın yanıma oturmasını hiç kabullenemesem de Gazi Öğretmen'i çok sevmemden dolayı ses etmemiştim. (Sanki ses etsem ne olacaksa! ) :) 

Nurdan çok neşeli, güleç, hepimizin boylarında, beyaz tenli, kahverengi  saçları örgülü ve kelebek kurdeleli, mavi önlüklü, kırmızı yelekli haliyle gözümün önüne geliyor bugün. Sınıfımıza yeni gelen bu arkadaşım birkaç ay sonra bir teneffüs arasında küçük bir kağıt parçasına kendi el yazısıyla "Seni Seviyorum"  yazmıştı ve bu notuyla beraber de -muhtemelen- çimenli bahçelerden kopardığı bir  papatyayı bana fark ettirmeden defterimin arasına bırakmıştı. Bunun ne manaya geldiğini biliyordum. Çünkü arkadaşlarımız arasında böyle bir duruma şahit olduğumuzda onları kızdırmak için standart bir makamda ve ritimde örneğin şöyle bir tekerleme söylediğimizi biliyorum. Hatta bunun şarkısı da var bilirsiniz: Ali Ayşe'yi seviyor şeklinde. İşte, Nurdan'ın defterimin arasına bıraktığı o nottan o kadar korkmuştum ki; birileri duysa da benim onu sevdiğimi böyle makamlı bir şekilde koro eşliğinde söylese ve bu öğretmenin kulağına gitse ne kadar utanırdım hayal bile edemiyordum.  Bir de "Babam duysa ne olurdu acaba!" düşünmek bile istemiyordum. Bu nedenle o gün Nurdan'ın yanında otururken sıranın en ucunda oturuyordum ama o da inadına bana gülücükler saçıp kırmızı el örgüsü yeleğini benim çantamın üzerine koyup beni daha da bunaltıyordu.

Çok iyi hatırlıyorum sonraki haftanın ilk günü Nurdan okula gelmedi. Pazartesi günü sıramda yalnız olmak çok hoşuma gitmişti. Keşke o da nakil alan arkadaşımız Bahattin gibi çarşıdaki okullardan birine gitse diye içimden geçirdim. Ama Bahattin gitsin istememiştim yalnız oturmak zorunda kalmıştım onun ardından. Nurdan giderse kimse bu durumu öğrenmez ve kimse beni alaycı tekerlemelerine malzeme yapamaz diye içimden geçiriyordum. Sonra bunlar boş hayaller diye düşündüm. "Yarın gelir Nurdan, ne yapmalıyım?" diye stres yapıyordum. :) O gün geçti ve sıramda yalnız oturmanın keyfini çıkardım. Ertesi gün okula gelirken içimden: "Nurdan gelip şimdi sıraya oturmuşsa ne olacak!" diye düşünerek Bakkal'ın Ora'dan aşağı doğru yürüdüğümü hatırlıyorum. Okula geldiğimde sıramı boş görünce içimde mutluluk ve kaygıyla karışık bir his vardı.  Henüz gelmemişti Nurdan. Sevinçle yerime oturdum ve bu defa: "Kesin çarşıdaki okullardan birine kaydını aldılar" diye düşündüm. O gün de böyle geçmişti ve çarşamba günü olmuştu. Gazi Öğretmen bize Nurdan'ın hasta olduğunu haber verdi. Bu durumun geçici olduğunu ve Nurdan'ın geri geleceğini öğrendiğim için hafiften canım sıkılmıştı. Perşembe, cuma derken o hafta hiç gelmemişti Nurdan. Sonraki hafta da durum değişmedi: Yine gelmedi ...

Öğretmenimiz Nurdan'ı ziyarete gitmemiz gerektiğini söyledi. Biz de hep beraber on çocuk bir olup Nurdanların evine gittik. Nurdan bir yatakta yatıyordu ve üzerinde krem rengi, ince bir yorgan vardı. Hatırladığım kadarıyla öğretmenimiz de bizimle geldi ve ona hepimiz adına bir çiçek götürdük. Beni gördüğünde öyle bir sevindi ki anlatamam. Ama ben korkudan hiç ona bakmıyor birinin aramızda bir şey olduğu ihtimalini ortaya atıp beni alay konusu yapmasını düşünmek bile istemiyordum. 

Nurdan'ı ziyaret ettiğimizde iyileşip aramıza döneceğini söylüyordu annesi. Ben de hasta yatağındaki gülümseyen halini görünce yine geleceğinden hiç şüphe duymamıştım. Diğer günler okula devam ettik. Birkaç hafta tek başıma aynı sırada oturmak çok eğlenceliydi. Arada Nurdan'ı tanıyan arkadaşlar tedavi için hastanede olduğunu söylüyorlar ben de önemli bir şey olmadığını düşünüyordum. Çünkü Nuran'ın kalbinin delik olup ameliyat olmasından daha da büyük bir hastalık olamazdı heralde Nurdan'ınki? Nuran bile bir iki yıl içinde tekrar okula başlamıştı. O halde Nurdan kesinlikle bir kaç güne gelecekti bana göre. "Yatağında bile gülücükler saçıyordu, o kız hasta falan değil!” bile diyordum kendi kendime. Gelgelelim, arkadaşlarım onun kan kanseri olduğu söylemişlerdi. İçimden: "Kan kanseri de neymiş? Kalbi delik değilse hiçbir şey olmazdı canım!" diyerek rahatlatıyordum kendimi.

Kan kanserinin ne olduğunu hiçbirimiz bilmiyorduk. Bu nedenle öğretmenimize sormalıydık. Çünkü o zamanlarda bizim için Google anne-babalarımız ve öğretmenlerimizdi. Onlar bize gerçekleri alıştırarak söylüyordu, Google'ın yaptığı gibi gerçeklerin soğukluğunu minik dünyamıza olduğu gibi üflemiyorlar aksine bize Nurdan'ın kırmızı yeleğine benzer bir yelek giydiriyorlardı bu türden soğuk durumlar için.  Evet, o gün Gazi Öğretmen bize gerçeği söylememişti ama yalan da söylememişti. "Arkadaşınız uzun bir tedavi süreci geçirecek, ona dua edin çocuklar!" demişti. 

Aradan bir kaç ay geçti sabah on suları ve bir teneffüs esnasında Nurdan'ın ölüm haberini aldık. Hayatın acı bir gerçeğiyle pratik anlamdaki bu ilk karşılaşma beni çok derinden sarsmıştı. Olduğum yerde donup kalmış, kendisiyle paylaşamadığım o sıramdan kalkmak için dizlerimde derman bulamamış, Nurdanın oturduğu tarafa bakarak "Nurdan ölsün demedim ki ben Allah'ım, Nurdan çarşıdaki okula yazılsın!" demiştim. 

Nurdan'ın defterimin arasında koyduğu o yazıyı kimse görmesin diye çoktan imha etmiştim ama kuru bir papatyayı defterimin arasında tutmanın bir zararı olmadığını bildiğim için saklamıştım. Nurdan'ın mezarına gidip sakladığım o kurumuş papatyayı bıraktığımda gözlerimden mezarın üzerine süzülen yaşların da yanaklarımda kuruduğunu hiç unutmuyorum..
  

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Ds-160 formu, hatalar ve çözüm

Ds-160 formu ABD vizesine başvurmak için doldurulan temel bir formdur. Formla ilgili ciddi bir stres yaşadığım için normal yazılarımın içeriğinden farklı olarak bu konuya birilerine yardımcı olmak adına yer vermek istedim. İlgili olmayanlar sizi diğer yazılarımı okumaya davet ediyorum:)  Ds-160 ABD vize formu cennete gidenlerin doldurabileceği türden. Cennete alıyorlar sanki sizi o nedenle de böyle zorluyorlar. Cennete gideceklerin bile hataları olduğuna göre, bu formu doldururken hata yaptınız diye dert etmeyin. Aslında işi bilirseniz yarım saatte dolduruluyor. Nitekim ikinci Ds-160'ı düzenlemek yarım saat sürmedi. Birinciyi sormayın :)  Öncelikle belirtmeliyim ki, konuyla ilgili Türk internet sitelerinde düzgün bir yanıt bulamadım. Bir cevap varsa bilmiyorum, ben bulamadım. Şimdi, bundan sonra başına benzer problem gelebilecekler için bu yazıyı kaleme alıyorum. Bu yazı sütten ağzı yanan birinin kaleminden dökülmüştür. Öncelikle yazı, hatasını düzeltmek ist

Tübitak'ın 2214-A Bursuna Başvurmak: Davet mektubu

Tübitak 2214-A yazı dizisini yaklaşık 11 aylık bir sürecin sonunda yazma ihtiyacı duydum. Çünkü 2214-A burs serüveni ciddi bir emek gerektirmekteydi ve gereken emeği harcayarak bugüne gelince, bu yola düşenlerin ne kadar yardıma ihtiyacı olduğunu anladım. Birazdan bu serüvenimi noktasına virgülüne varana dek size aktaracağım. Ancak bunu bölüm bölüm sunmanın daha faydalı olacağını umarak, davet mektubu almak la ilgili yaşadıklarımı bu yazıda anlatacağım. Bu arada, yazının muhatapları akademik camiada yer alan lisans, yüksek lisans ve doktora öğrencilerinin tamamı olabilir. Ancak bir projenin ve çalışmanın nasıl geliştiğini merak eden herkes de gayet tabî, bu yazı dizisinden istifâde edebilir. O halde başlayalım: Tâ lise yıllarımda Tübitak diye bir kurumdan haberdar olmuştum. Bazılarınız "Geç kalmışsın" diyebilir, hiç sorun değil. Şuan geldiğim noktada, hayatta öğrenmem gereken o kadar çok şeye geç kaldığımı görüyorum ki. Konuyu dağıtmadan devam edelim. Tübitak, o

Davet Mektubu Örneği

Tübitak 2214-A bursuna başvururken hocanızın size nasıl bir mektup yazacağını ona iletmeniz açısından iş görecek bir örnek sunacağım.  Ben Amerika'daki danışmanıma Türkiye'deki fakültem adına (Üniversite ve fakülte adının ve ambleminin yer aldığı antentli kağıdıyla) aşağıdakine benzer bir mektup yazdım. Tübitak'ın benden istediği şartları orada sıraladım. Böylece Amerika'daki danışmanıma Türkiye'deki fakülte dekanlığının imzaladığı bir metinde meramımı iletmiştim. O da kendi üniversitesinin antentli kağıdına yazdığı şu mektubu pdf. olarak göndermişti.  Hocanıza "örnek olarak bu türden bir şeye ihtiyacım var" derseniz, işiniz kolaylaşabilir.  Tabi bunu fakültenizin ağzıyla söylerseniz işler daha da kolaylaşabilir. Böyle bir mektup hazırlar bunu başvurmak istediğiniz tüm üniversitelere de proposal ve cv ekleyerek gönderirseniz yine iş görmesi açısından etkili olabilir. Denemekte ve sonucu burada paylaşmakta yarar var. O halde, herkese kolaylıklar.