Hayatımızın farklı dönemlerinde geriye doğru gitme şansımız olsaydı nereye giderdik acaba? Kimileri bir saat önceye, bir başkası bir gün önceye, diğeri bir hafta evvele, kimi de bir ay ya da bir yıl önceye gitmeyi isteyebilir. Geçmişten dert yansak da bugün çoğumuz geçmişi arar durumdayız. Yarın Kurban Bayramı. Aynı durum bayramlar için de geçerli. Çoğumuz: “Ah nerede o eski bayramlar” mottosunu diline pelesenk edecektir yarın muhtemelen.
Hayatın gerçekleri karşısında hayal içerikli yazılar yazmak çözüm mü? Bugünlerde eskiden olduğundan daha fazla çocukluğuma özlem duyuyorum. Yeni tecrübeler çocukluğuma olan özlemimi artırdıkça artırıyor. Vazgeçecek gibi oluyorum kimi zaman. “Bu iş de tam olmayıversin” diyorum. Sonra “Seyfi” diyorum kendi kendime, “Sen hayatında hiç pes etmedin ki! Şimdi ilk kez pes mi edeceksin?”. Bu soruyu sorunca kendime, bir şeyler değişiveriyor, vazgeçmekten vazgeçiyorum bu sefer.
Mücadele etmek, sonuç almaktan kıymetli benim literatürümde. Sonuçsuz kalacak işler için bile mücadele etmek, sizin için imkansız olanı imkanlı hale dönüştürmenin tek yolu zannımca. İmkansız gibi görünen şeyler için bile deneme yapmak kadar makul bir eylem olamaz. Denemediğiniz zaman zaten elinizde bir şey yoktur. O halde denemekten sizi alıkoyan nedir?
Birbirinden bağımsız paragrafları sıralıyorum artarda. Yazmaya başlarken, çocukluğuma dönecek, onun taşlı, yağmur sonrası toprak kokan sokaklarında gezecektim güya. Sonra bir de baktım ki çocukluğumda da yaptığım gibi, kasvetli zamanlarda kendimi motive edecek şeylerden söz ediyorum. Hayat böyle işte! Bu okuduğunuz yazıdaki gibi ilerliyor, dağılabiliyor. Siz planlar yapıp beklentiler içine girince ve hedeflerinize erişmeye çalışırken size bütün bunlarla alakası olmayan bir mesele sunuyor o. Ama şunu unutmamalısınız! Okuduğunuz bu yazı gibi hayatınızdaki problemleri, beklenmedik durumları birbiriyle senkronize hale getirebilirsiniz. Bu nedenle, biraz durun ve sakinleşin. Buyurun, geçmişe özlemimin heybesine bir bakıverin, neleri özlemedim ki:
Öğlen sıcağında tepemize güneş geçme riskine rağmen oynadığımız çocukluk oyunlarımı, delikanlılık yıllarımın serin ikindi vakitlerini, mahallenin tepelerinden kasabanın manzarasına bakarken, yanımda olan ve şimdi bilgisayarımın ekranına bakıp kendilerinden söz ettiğim dünyada olmayan dostlarımla geçirdiğim meltemli akşam muhabbetlerini, elektrikler olmadığı vakitlerde annemin köyünde hava kararınca evin önündeki eşikte oturup karanlık tepelerdeki köylerin ışıklarına bakarak dedemin anlattığı tecrübelere kulak misafiri olmayı, yazın İstanbul’dan gelen çocukluk arkadaşlarımla sulama kanallarına attığımız çubukları tekrar tekrar yarıştırmayı, akşamları Eğrek’te saklambaç oynadıktan sonra evimizin önüne çıkan “Aralık” adını verdiğimiz o, karanlık dar yokuştan eve giderken koşarak ve korkarak geçmelerimizi, yine o yokuşun başındaki rahmetli Celal Amcamın sarı boyalı yassı tuğlalardan çatısı olan evinin duvarlarına ismimizin baş harflerini kazımayı, ceviz ağaçlarından kopardığım cevizlerin yeşil kabuklarını soyduktan sonra ellerimin kınalıymış gibi boyanmasını ve ceviz yapraklarının damarları arasındaki kısımları titizlikle yolarak iskelet yapmayı, Fıramaz köyüyle yaptığımız namağlup mahalle maçlarını, Kemalpaşa mahallesine ve diğer çarşı mahallelerine karşı bu maçlarda çoğunlukla na-galip oluşumuzu, Muhtarların Gölü’nde çimdikten sonra oynadığımız çelik çomakları, çakıl dolu yollardan geçerek gittiğimiz çimenli bahçeleri, akşam karanlığında Yüksel Abilerin kapısının önünden geçerken bizi kovalamak isteyen yarı aslana benzeyen kangal köpeklerinin bağlı oluşunu, Arefe Günü arkadaşlarımla mezarlığa gittiğimizde her arkadaşımın dedesinin ve ninesinin mezarını beraberce ziyaret edişimizi, yetim büyüyen arkadaşımıza babasını geri göndermesi için Allah’a dua edişimi, kurban bayramlarında Masalı Bahçe pikniklerimizin standartlaşmış bir ritüele dönüşmesini, teknolojik imkanların kısıtlılığına rağmen arkadaşlarımla vakit geçirecek türlü eğlenceler buluşumuzu, bazen günlerce satranç turnuvaları yapışımızı, kavgayla ve küslüklerle sonuçlanan futbol maçlarımızı, arkadaşlarımdan biriyle aylarca küs kalıp sonra bir oyununun içerisinde birden bire hiçbir şey olmamış gibi barışmalarımızı…
Eskiden beridir hatırladıkça içimi sızlatan ise kar yağarken yanan mumların alevinde izlediğim babaannemin yuvarlak pamuk yüzü, gerisinde miras bıraktığı karanlıkta taneleri kendiliğinden parlayan beyaz tespihi, cenazesi diğer odaya taşınırken fark ettiğim, bir valizin içinde iki eteği, bir yeleği ve fayda vermeyen ilaçlarla dolu beyaz poşeti… o esnada canımı acıtan ve hiç unutmayacağım evlilik yüzüğünü mahallenin camisine hibe edişi…
Yazıyı nerede toparlayacağımı bilmiyorum. Ama burada bitireceğimden eminim! Alakasız olacak ama bugün Arefe ve ben arkadaşlarımla mezarlığa gitmiş ve dedemlerin mezarını ziyaret ediyor değilim o halde yarın…
Bayramınız kutlu olsun!
Yorumlar
Yorum Gönder