Akademik yazıma ilişkin tecrübelerimi aktarmaya başladığım, bu, ilk yazı. Fakat tecrübelerim henüz olgunlaşmış değil. Bunu bir tarafa koyalım. Gelelim akademik yazının tarihine ya da ilmin nasıl kitapları doldurup taştığına. Durun, durun! Ya da ilmin kütüphanelere sığmayan genişliğine bir göz atalım. İlmin (bence o akademik yazının ta kendisidir) tarihiyle ilgili, tamamen farazi bir söylemle, hiçbir kaynağa atıf yapmaksızın ve atıf yapacak bir kitap da okumaksızın düşünce dünyamdaki bir bulgudan söz edeceğim:
14 gün oldu. Doktora tezimi yazmaya fiilen başladım. Tez yazımına başlarken de Amerika’ya gitmemde çok da etkili olan bir yöntemi tekrar hayata geçirdim: Sabah 5’te kalk ve evi terk et. Amerika serüvenine götüren çalışmalarım, kış aylarına denk geldiği için bazen gece 4 civarında da evi terk ederdim. Her yer zifiri karanlıkken yola çıkardım. Böylece kargaların kahvaltısından önce işimin başında olurdum. Gece karanlığı ve sessizlik önümdeki işe odaklanmamda o kadar yardımcı olurdu ki… Çoğu zaman, sabahın ilk ışıklarına dek çalıştığım o kısa, bir iki saatlik zaman diliminde günün geri kalanında yaptığımdan daha fazla iş yapardım. Şimdi de böylesine etkili bir yöntem olmadan tezimi yazamayacağımı düşünerek yeniden aynı metotla çalışmaya döndüm.
İlk iki gün hiç zorlanmadım. Kalktım ve çıktım evden. Üçüncü gün kalktım ama “Boş ver ya azıcık daha uyu saat on gibi gidersin” dedim kendime. Sonra hemen o verimli bir iki saati yakalamak için tek şansımın yatağı terk etmek olduğunu düşününce, kendimi dışarda buldum. Tabi öncesinde, pijamalarımı kıyafetlerimle değişmeyi de ihmal etmedim. :) Özetle, üçüncü günün ardından her şey normalleşti. Kimsecikler olmadan, sessizlik içinde yazmaya devam ettim. Günler birbirini kovaladı ve on dört gün geçti. O kadar çok çalıştım ki bazen Fuad Sezgin’le kıyasladım kendimi:) (Fuad Sezgin o kadar çok çalışırmış ki kitapların başındayken kafasını koyar azıcık uyurmuş. Uyandığında çok zaman geçmiştir korkusuyla acele edip işe tekrar dönermiş.) Peki bu kadar günde kaç sayfa yazmış olabilirim diye döndüm ve baktım: Hepsi üç sayfa ve bir paragraf da dördüncü sayfanın başında yalnız kalmış şekilde bir sonuçtu, elimdeki. Çünkü günlerce yazdığım her kelimenin en net anlaşılacak halini bulmak gerekçesiyle, açıkladım, ekledim, çıkardım ve her şeyi silip yeniden yazdım. Bir problemim vardı. O da yazdığım şeyleri birileri anlamaz diye detaylandırıp duruyor olmamdı. Sayfa sayısı durmadan artıyor ama gönlümü tatmin eden metin nedense ortaya çıkmıyordu. Başka bir ifadeyle, mesele dallanıyor, budaklanıyor ama benim anlatmak istediğim şeyi nokta atışı bir netlikte ifade etmiyordu.
Sonuç olarak, akademik yazım, dediğimiz şey blog yazmaya hiç benzemiyormuş. Blog yazanlar bozulmasın hemen. Henüz beni takip eden bir blogger yok ama olsun:) Mesela; bakın, size yukarıda Fuad Sezgin’le ilgili bir anekdot verdim. Bu anekdotu nerden aldığımı belirttim mi? Hayır. Aklıma geldi ve yazdım. (Şu an bir sürü düşünce hücum ediyor yine zihnime: “Ben buraya nasıl çıktım? Yürüdüm ve çıktım” diyen Kemal Sunal’ı andım bir an). İşte, görülüyor ki akademik yazı delilsiz yazılamaz. Tam da bu yazıda konuştuğum gibi, aklıma geldiği haliyle fikirlerimi sıralamak, ancak onları dayandıracağım delillerle mümkün olabilir. Bu delilleri sıralarken de çok sayıda kavramı ve tartışmayı ele alırsınız. Sonra da muhatabınız tarafından sizin derdinizin anlaşılıp anlaşılmadığı düşüncesi kafanızda dönüp durur. Derken bakarsınız ki gün bitmiş üç sayfa yazmışsınız. Tek bir tuşa dokunup hepsini silip eve gidersiniz. Bu sayede de sonraki güne erken başlama nedeninizi cebinize koyarsınız kapıyı kapatıp çıkarken. :)
Erken kalkmak demişken, sabah erken kalkma sırrımı açtığım bir arkadaşımla karşılaştım bu sabah. Sohbetimiz esnasında, çocuklarımın da sabah benim gibi erken kalktığını söyledim ona. Ardından da “Bizim çocuklar da babaları gibi anormal”, diye ekledim. Sonra, “Bu cümleyi, şu şekilde İngilizce ifade ederim herhalde”, dedim: “My children are abnormal like me”. Bu cümleden hemen sonra, kendime dedim ki: “Bu cümleyi motamot mu tercüme ettim acaba zihnimde? Yoksa artık birtakım şeyleri zihnimde çevirmeden (translate) konuştuğum bir İngilizcem var mı?” Ardından fark ettim ki; bir dili öğrendiyseniz, bazı kavramlar ve kelimeler Türkçedeki gibi kendiliğinden aklınıza geliyor. Kelimelerin ve ifadelerin bazılarıysa kaybolmaya yüz tutuyor onları kullanmadıkça. Bunu önlemek için pratik yapmayı sürdürmeniz lazım. Bu nedenle, elin adamı demiş ki: “Use it or lose it”. Kullan yoksa kaybedersin diye tehdit içerikli bir edayla çevirdiğim bu cümle sebebiyle, İngilizceyle son bir yıllık alakamı hiç kesmedim. Her gün, Türkçe birçok cümleyi zihnimde İngilizceye çevirip dururum. Böylelikle de bir senedir sevdiklerimden uzak kalarak doldurduğum heybemdekileri, tüketmemiş olacağıma inanırım.
Kullandıkça daha çok kazandığımız şeyleri -ya da başka bir ifadeyle, kullandıkça parlattığımız yetenekleri- başkalarına öğretirsek onların kalıcılığını iki kat artırırız. Mezkûr şeyleri, yazıya dökersek, bu kalıcılığı on kat artırırız: Hem “Söz uçar yazı kalır” klişesi yönüyle hem de bilgilerimizi, yazarken, zihnimize daha çok işlememiz yönüyle, bu, böyledir.
Yukarıda anlattıklarımı size anlatmadan önce, aslında ben de akademik yazı hakkında öğrendiklerimi ve yabancı dil serüvenimi düşünmeye başlamıştım. Sonra, bildiklerimi yazıya aktarsam nasıl olur diye içimden geçirirken, bunun çok zahmetli olacağını fark ettim. Çünkü anlatacağınız şeyi başta taslak olarak çıkaracak, referanslarınızı belirleyecek, her bir kavramı bilmeyenlerin anlayacağı şekilde açacak ve bir dağa dönüştürüp altından kalkamayacaksınız. Nitekim, tez yazarken yaşadığım tam da bu.
Peki, o halde, ne yapacaksınız? Yazı yazmayı bırakmalı mısınız? Öğrendiğiniz, okuduğunuz bunca şey çöp mü olacak?
Muhtemelen alimler kitaplarını sadece kendilerini anlayabilecek kişiler için yazdılar. Bu nedenle, onlar, eserlerinde birçok kavramı hiç açıklamadı kanaatimce. Bu durum, eserleri okuyanların ya çok keskin bir zekaya sahip olmalarını ya da o eserle ilgili bir şerh yazılmasını gerektirdi. Sonra, yazılan şerhleri de anlamayanlar oldu. Bunun üzerine de “Ta‘lik” denilen şerhlerin şerhleri yazıldı. Bu da yeterli olmayınca? Bu da yeterli olmayınca diye bir şey yok. Çünkü bir meseleyi ana kitabını okuyup anlamayana o kitabın şerhi yeterli olmaz ise taliki muhtemelen yeterli olur. Talik de kendisine yetmeyen, bu mesele üzerinde zaten uzmandır. O, büyük ihtimalle meselenin kendisini ilgilendiren yönünü arıyordur. Okumayanlar, işte onlar, zaten talik okumaya kadar gidecek bir okuma yapmazlar.
Yukarıda anlattıklarımın hepsi zihnimde dönüp dururken, bir dili hafızamdaki yerine sabitlemek düşüncesinin nerelere vardığına bir baktım. Bir de ne göreyim; konu, akademik yazı serüvenime, bu serüvenin kendi tezime nasıl yansıdığına ve tez yazarken muhataplarımın kimler olduğuna gelmiş. Uzun zamandır tezimin muhataplarının kimler olması gerektiğini arıyordum. Onların kimler olduğunu bulmamın sevinciyle tuvaletlerden ellerimi yıkayarak çıktım. Sonra geldim ve tam üç saatte üç sayfalık ve bir paragrafı da dördüncü sayfada yalnız kalmış bu yazıyı yazdım. Okumazsanız ayıp edersiniz!
Yorumlar
Yorum Gönder