Ana içeriğe atla

İlk Bayram: Sini ve İyotlu Tuz



            Annem, babam ve babaanneme ithafen...
Zihnimin tozlu raflarında en eski Ramazan Bayramımı aradım, bu bayram. Sahi ne zamandı ilk idrak ettiğim Ramazan Bayramı? Hafızamı epey zorladım ama nedense bir şeyler çağrışmadı. Bundan dolayı, şu yaşa gelene dek neden günlük tutmadım diye büyük bir vicdan azabı çektim.  Buyurun elde kalanlara bir bakalım:
Sanırım altı yaşındayım. Eski, kerpiç evimizin salonunda, babaannemin odasına açılan kapının eşiğinde oturmuş, evde olan bitenleri izliyorum.  Nasıl bir şey ola ki bu bayram? Evde bir telaş: Yarın bayrammış. Annem, babaannem ve ablalarım evde bir koşuşturmaca içinde. En küçük ablam annemin yeleğinin pöçüğünden tutmuş, annem nereye gitse, peşinde. Annemse, işinin yoğunluğundan burnundan solusa da ona kızmıyor.  Bir yandan temizlik yapılıyor, diğer yandan sarmalar sarılıyor, yemekler hazırlanıyor. Şekerle tanışıklığımız daha eskilere dayansa da çocukluğumda şekerin annemin ellerinde sanatsal bir veçhe kazanmasına şahitliğimin ilk günü bu olsa gerek: Ev yapımı baklavalar.  Tabiî, bu şahitlik, küçük Seyfi’nin mutfakta yetişemeyeceği noktalara konuşlandırılan baklava tepsilerine geceleyin taarruzuyla ve evin en ücrasına saklanan bayram şekerlerinin ve lokumların izini sürmekle bir aksiyona dönüşüyor. Bugün bayramdan bir gün önceki Arefe günüymüş. Gelelim, o günün sabahına yani ilk bayrama. Hafızamı çok zorlamama rağmen hatırladığım şeyler çok az. Az olduğu için de çok kıymetli.
O gün sanki güneş diğer günlerden farklı doğacaktı. Ciğerlerime çektiğim hava rengarenk olup içimi dışımı gök kuşağı gibi boyayacaktı. Kapımızın önündeki sümbüllerin kokusu her yana yayılacaktı. Cıvıl cıvıl, kıpır kıpır ve daha önceki günlere benzemeyen bir şeyler olacaktı.  Bunlar olmalıydı da! Adı üstünde bayramdı bu. Bir çocuğun zihnindeki bayram tasavvuru için azdı bu söylediklerim. O günün diğer her günden farklı oluşu hakkında düşündüklerimde yanılmamışım da. Neden mi? Bayramlıklarımla ve yeni ayakkabılarımla uyuduğum o gece, içimin kıpır kıpır olmasından ne zaman uykuya daldığımı hatırlamıyorum bile.
Sabah salonun orta yerinde bir kahvaltı sofrası vardı ve ablamlar da o gün okula gitmiyordu. Onların okula gitmeyişini o kadar seviyordum ki hem evde yalnız hissetmiyordum hem de onlarla yaptığım kahvaltıların lezzeti tarifsizdi. Bugün bile, onlarla yaptığım kahvaltılar öyledir. En büyük ablam evlenirken, gelin almaya geldiklerinin az öncesinde yaptığımız kahvaltıyı da bu nedenle hiç unutmam. Çünkü ablamla her sabah o sofraya beraber oturamayacak oluşumuzu hayal bile edememiştim. Onun gitmesi, o kadar zoruma gitmişti ki, bağıra bağıra ağlamıştım. Onlarla sabahları kahvaltıda içtiğim o çayın hangi marka olduğunu bugün babama sorsam, babam hatırlamaz, eminim. Gerçi hatırlamasa da olur. Çünkü ben o lezzetin markasını çok iyi biliyorum: O günlerde hem içtiğimiz çayın hem de yediğimiz şeylerin lezzetinin markalarıyla bir alakası yoktu. Bütün lezzetin kaynağı bizim o sofrada bir arada oluşumuzdu. Çünkü en büyük ablamın evlenip gitmesinden sonraki sofralarımızda onun sofraya kattığı lezzetin eksikliği fark ediliyordu. Babaannem bu nedenle derdi ki: “Evden kedi bile gitse, onun yeri belli!”. O günden sonra, hayatın değişmeyen kanunu olarak ablalarım evden birer birer uçup gitti. Sabahları onlar olmaksızın yaptığımız yeme içme rutinine, kahvaltı demek gelmedi içimden. Yeniden o ilk bayram sabahına dönelim:
Sabah erken. Babam namazdan dönmüş. Evimizin dış kapısı sonuna kadar açık, kapımızın önündeki üzümün hereğine konan serçeler resmen birbiriyle bayramlaşıyor. Serçelerin cıvıltılarının arka fonunda, babaannemin ifadesiyle “cıkırdayan” bir iki karga, gelecek misafirlerin habercisi. Evin içinde tatlı bir serinlik… Evin girişinde salonun sol cenahında mutfağa açılan kapının yanı başında üzerinde lacivert ve büyücek kare desenli mavi örtüsüyle divanımız. Divanımızın önünde salonun orta yerinde yer sofrası olarak kullandığımız büyük yuvarlak sinimiz…
Sininin üzerinde ve etrafında hatırımda olanlar şöyle:
Şekersiz, saf bir kâse bal,  -o balın tadını o günden beri başka bir balda bulamamışımdır- annemin ve babaannemin iş birliğiyle muntazam bir biçimde sardıkları yaprak sarmaları ve  ablamların sardığı boyutlarından ve (paha) biçimsizliğinden :) açıkça belli olan yaprak sarma(msı)ları, babaannemin o sarmalardan yediğimiz esnada,  onları kimin sardığına ilişkin gerçeğe yakın tahminleri, annemin sarı ineklerinin sütünden yaptığı peynir ve tereyağı, kırmızı tavuğumuzun soframıza saf protein takviyesi yumurtaları, tarladan sofraya gelen kızarmış domatesler, babaannemin evin hemen önündeki, hala dumanı tüten ocakta odun közünde kızarttığı gevrek köy ekmekleri ve o ekmelerin ateşle ilişkilerinden çıkan yanık kokusu,  ablalarımın evlenip gitmeleriyle ve  babaannemin de ebediyete göçmesiyle lezzetini git gide kaybeden o demli çay, saydığım bunca hakiki lezzeti doyasıya tatmaktan o esnada beni alıkoyan içimdeki o bayram sevinci, babamın yana taradığı saçları ve traşlı gülümseyen yüzüne yakışan bıyıkları, ablamlarla tatlı kavgalarımız yüzünden birkaç yudum çay içebilse de annemin doğru düzgün bir şey  yiyemeyişi, babaannemin “Sırtıma mı yedim karnıma mı yedim, anlamadım!” deyişi…
İşte, o ilk bayram sabahından çok sonraları ben, hatırımdaki ilk bayram sofrasının etrafındakilerle her istediğimde bir sini etrafında kolayca bir araya gelebilmenin zorlaşmasına, bir türlü alışamadım. Yokluk zamanlarını unutan insanoğlunu, bayramların bir sini etrafında toplayacak gücünü kaybettiğine inanmaya başladım. O sinideki hakiki lezzetlerinse bugün tamamen yapaylaştığını görüyorum. Hatırımdaki o ilk bayram sabahına bakınca, soframızda onca saf gıda olmasına rağmen, soframızdaki asıl gıdanın büyüklerimiz ve birlikteliğimiz olduğuna iman ettim. Gıdaların sağlıkla ve sevgiyle lezzet kazandığını, aksi halde yavan olduklarını iyice anladım.  Bu meyanda, babaannemin soframızın iyotlu tuzu oluşu gün gibi ortadaymış. Çünkü iyot çocukların normal büyümesi ve gelişmesi için gereklidir. İyot eksikliği ise zihinsel yetersizliğe, guatra ve dikkat eksikliğine yol açar. Şanslıyız ki bizim soframızdan babaannem hiç eksik olmamış. Gelgelelim, annemin ve babamın, bizleri etrafında toplayan sininin bizzat kendisi olduğunu, iliklerime kadar hissettim. Onlar olmaksızın bir araya gelmenin ve sizi hayatta tutan maddi ve manevi gıdanın alınmasının imkânsız olduğuna da şahit oldum.
Şimdi kahvaltımız sona erdi hayal alemimde. Saçları özenle örülmüş ablalarımla; babaannemin, annemin ve babamın ellerini öpüyoruz salonumuzda. Bu resim işte! O kadar canlı, o kadar berrak ki hayalimde, kolumu kanadımı kıran, ciğerimi yakan bir avuntudan başkası yok elimde.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Ds-160 formu, hatalar ve çözüm

Ds-160 formu ABD vizesine başvurmak için doldurulan temel bir formdur. Formla ilgili ciddi bir stres yaşadığım için normal yazılarımın içeriğinden farklı olarak bu konuya birilerine yardımcı olmak adına yer vermek istedim. İlgili olmayanlar sizi diğer yazılarımı okumaya davet ediyorum:)  Ds-160 ABD vize formu cennete gidenlerin doldurabileceği türden. Cennete alıyorlar sanki sizi o nedenle de böyle zorluyorlar. Cennete gideceklerin bile hataları olduğuna göre, bu formu doldururken hata yaptınız diye dert etmeyin. Aslında işi bilirseniz yarım saatte dolduruluyor. Nitekim ikinci Ds-160'ı düzenlemek yarım saat sürmedi. Birinciyi sormayın :)  Öncelikle belirtmeliyim ki, konuyla ilgili Türk internet sitelerinde düzgün bir yanıt bulamadım. Bir cevap varsa bilmiyorum, ben bulamadım. Şimdi, bundan sonra başına benzer problem gelebilecekler için bu yazıyı kaleme alıyorum. Bu yazı sütten ağzı yanan birinin kaleminden dökülmüştür. Öncelikle yazı, hatasını düzeltmek ist

Tübitak'ın 2214-A Bursuna Başvurmak: Davet mektubu

Tübitak 2214-A yazı dizisini yaklaşık 11 aylık bir sürecin sonunda yazma ihtiyacı duydum. Çünkü 2214-A burs serüveni ciddi bir emek gerektirmekteydi ve gereken emeği harcayarak bugüne gelince, bu yola düşenlerin ne kadar yardıma ihtiyacı olduğunu anladım. Birazdan bu serüvenimi noktasına virgülüne varana dek size aktaracağım. Ancak bunu bölüm bölüm sunmanın daha faydalı olacağını umarak, davet mektubu almak la ilgili yaşadıklarımı bu yazıda anlatacağım. Bu arada, yazının muhatapları akademik camiada yer alan lisans, yüksek lisans ve doktora öğrencilerinin tamamı olabilir. Ancak bir projenin ve çalışmanın nasıl geliştiğini merak eden herkes de gayet tabî, bu yazı dizisinden istifâde edebilir. O halde başlayalım: Tâ lise yıllarımda Tübitak diye bir kurumdan haberdar olmuştum. Bazılarınız "Geç kalmışsın" diyebilir, hiç sorun değil. Şuan geldiğim noktada, hayatta öğrenmem gereken o kadar çok şeye geç kaldığımı görüyorum ki. Konuyu dağıtmadan devam edelim. Tübitak, o

Davet Mektubu Örneği

Tübitak 2214-A bursuna başvururken hocanızın size nasıl bir mektup yazacağını ona iletmeniz açısından iş görecek bir örnek sunacağım.  Ben Amerika'daki danışmanıma Türkiye'deki fakültem adına (Üniversite ve fakülte adının ve ambleminin yer aldığı antentli kağıdıyla) aşağıdakine benzer bir mektup yazdım. Tübitak'ın benden istediği şartları orada sıraladım. Böylece Amerika'daki danışmanıma Türkiye'deki fakülte dekanlığının imzaladığı bir metinde meramımı iletmiştim. O da kendi üniversitesinin antentli kağıdına yazdığı şu mektubu pdf. olarak göndermişti.  Hocanıza "örnek olarak bu türden bir şeye ihtiyacım var" derseniz, işiniz kolaylaşabilir.  Tabi bunu fakültenizin ağzıyla söylerseniz işler daha da kolaylaşabilir. Böyle bir mektup hazırlar bunu başvurmak istediğiniz tüm üniversitelere de proposal ve cv ekleyerek gönderirseniz yine iş görmesi açısından etkili olabilir. Denemekte ve sonucu burada paylaşmakta yarar var. O halde, herkese kolaylıklar.