Tüm yazıların bir kader olduğu kanaatindeyim. Bu yazıyı yazmanın kader olması gibi. Yazı kaderdir, evet. Eğrek’ten başladım tanımaya küçücük dünyayı, ardından okulun önündeki musalla taşıyla tanıştım. Okulun bahçesine girdim ve o bahçede “çocukluk arkadaşı” diye kaderimde yazılı olan Emrah’ı tanıdım. Şimdi yazacaklarım da iki çocuğun kardeş(siz)liğinin yazısıdır, yani kaderidir:
Bahar gelip mahallede çiçek kokuları birbirine karıştığında arı vızıltıları başlar, yağmur sonrası toprak kokularıyla kuş sesleri birbirine karışır, akşam serininde otlanmaktan dönen hayvanların çanları duyulurdu, mahallenin ortasından geçen yokuşta. Bizim kardeşliğimiz o yokuşun sonunda başlamıştı Emrah’la. İlk kez o yokuşta kavga etmiş ve ilk kez o yokuşta barışmıştık. Şimdi hatırlıyorum da o çocukluk günlerimizi: yemyeşil bahçelerde papatyalar arasında koşup oyunlar oynardık, bahçedeki bahar kokusunu ciğerlerimize çeker, birbirimize şakalar yapar, çimenlere yatar yuvarlarnırdık. Elbiselerimizde çimen lekeleriyle eve gitmeye korkardık. Oynadığımız oyunlarda, Emrah’ın sevimli köpeği de bize katılır neşe katsayımızı artırırdı. Emrah'ın "Harman" dediği mezarlığın yanıbaşındaki engebeli bahçede, çağlayandan akan suların yanına kendimize söğüt ağaçlarının dallarından küçük bir kulübe yapar ve o kulübeyi buluşma noktamız olarak kullanırdık. Engebeli bahçenin yanı başında bulunan mezarlık, çocukluğumuzla bugün arasındaki ironiymiş. Henüz cep telefonunun adı yokken bizim kardeşliğimizin çekim kalitesi varmış, öyleki biz, kapsama alanımız olan mahallede birbirimizi elimizle koymuş gibi bulurduk her seferinde.
Daha küçücük bir çocukken duymuştum, Bağlar’dan söz ederdi mahallenin biraz yaşça büyük çocukları. Bağlar, o kadar ıssızdı ki benim yaşlarımda bir çocuğun yalnız başına gitmesinin imkansızlığı, oraya arkadaşlarla gitmemizi zorunlu kılıyordu. Bağlar bölgesiyle kasaba sınırlarını birbirine bağlayan "Oluk" adlı köprünün içinden su akması, orayı görme isteğimizi kamçılıyordu. Çok geçmemişti ki, Emrah ve diğer arkadaşlarımla okuldan çıkınca Bağlar'a gitmeye başlamıştık. Kendisi zaten bir su yolu olan Bağlar'ı, gidip gelmekten çoktan su yolu haline getirmiştik. Öyle hoş vakit geçirirdik ki, yazları ikindi ile akşam arasındaki o uzun vaktin ömrümüz gibi çabuk geçtiğini hiç fark etmezdik bile. Akşam namazından önce eve yetişemeyecek oluşun korkusuyla koşmaya başladığımız toprak yolun sonunda “Büyük Gever”e varırdık. Bağlar yolunu ezber ettiğimizden artık “Büyük Gever” denilen o yere geldiğimizde kapkaranlık bir patikadan gözlerimiz kapalı bile olsa Eğrek’e çıkacak seviyeye gelmiştik.
Büyüdükçe karanlıktan korkmamaya başladım desem büyücek bir yalan olur. O nedenle de ben, Büyük Gever’deki kapkaranlık patikadan Eğrek’e yalnız başıma çok fazla gidemezdim. Yanımda hep bir arkadaşım olurdu. O dar karanlık patikadan yürürken korktuğumuzu birbirimize belli etmeden bir an önce Eğrek’teki direk lambalarının ışığına varmaya çalışırdık.
İlkokul yılları, oyunla, bağla bahçeyle geçip giderken ortaokul yıllarında kasabanın yokuşlarına vurduk kendimizi. Çünkü okulumuz kasabadaydı. Dostlar geldi hayatımıza ve gitti hayatımızdan. Fakat Emrah hiç gitmedi (gitmeyecek) benim hayatımdan. Soğuk kış akşamlarında, okul çıkışı çarşıda buluşup mahallemize çıkan yokuşları hep benimle yürüdü. Elimizde kitaplarla yıllarca yokuşlarını inip çıktık gençliğimizin. İkimizin de bir erkek kardeşi vardı: Benimki oydu, onunki bendim.
İlkokul yılları, oyunla, bağla bahçeyle geçip giderken ortaokul yıllarında kasabanın yokuşlarına vurduk kendimizi. Çünkü okulumuz kasabadaydı. Dostlar geldi hayatımıza ve gitti hayatımızdan. Fakat Emrah hiç gitmedi (gitmeyecek) benim hayatımdan. Soğuk kış akşamlarında, okul çıkışı çarşıda buluşup mahallemize çıkan yokuşları hep benimle yürüdü. Elimizde kitaplarla yıllarca yokuşlarını inip çıktık gençliğimizin. İkimizin de bir erkek kardeşi vardı: Benimki oydu, onunki bendim.
Üniversiteye hazırlanmaya başladığımız yıllarda, Bağlar’dan Eğrek’e çıkan karanlık patika yollarda yeniden yürümeye başladık. Yol boyunca onunla sohbet etmenin lezzeti, hala dünyadaki başka hiçbir şeyde yok. Emrah; samimiyeti, cana yakınlığı, mangal gibi yüreği ve içtenliği ile bir kardeşin de ötesindeydi. Onun gibi gözü kara ve diğerkâm olabilmek yalnızca onun yüreğini taşımakla mümkün olabilirdi. Bu nedenle, benim payıma o yüreğin sahibine “Gardaş” olma şerefi düşmüştü. Dedim ya, o, benim erkek kardeşimdi. Kardeşler kavga ederdi. Biz de çok kavgalar ettik, küskünlüklerimiz de oldu. Ama nedense her defasında birbirimize daha da “Gardaş” olarak döndük. Bağlar’a gittiğimiz gecelerde, oturur, ay ışığı altında sohbetler ederdik. Gece öten kuşların, her gün aynı yerde, aynı şekilde ötüşüyle beraber, çocukluğumuzdan beri akan o suyun değişmeyen sesine kulak verirdik. Karanlıklarda, ayazda, ay ışığında, azda, çokta, çocuklukta ve gençlikte hep birlikteydik. Aramızdaki tek fark “bir” yaştı. Yanıma baktığımda; yağmurda çamurda bir o vardı. Karda kışta bir o vardı. Candan “Gardaş” diyen bir o vardı. Daha az evvel, “Gardaş”ının göz yaşında bir o vardı. Evet, o, vardı…
Çocukluğumuzda Kurban Bayramlarımızın vazgeçilmeziydi Bağlar’daki Masalı Bahçe piknikleri. Masalı Bahçe’nin masası, “Gardaş”lık tarihimizin tahtıydı. 2013’te Kurban Bayramı için memlekete gelmiştim. Emrah’la buluştuk ve çocukluğumuzun tahtında bir günlük saltanat için sözleştik. Yine Masalı Bahçe’ye gidecek, o günleri yâd edecektik. O, işlerinin yoğunluğundan dolayı bayramda buluşamama ihtimalinde de bahsetmişti. Bayram gelmişti. Dediği gibi olmuştu, Emrah’la buluşup Masalı Bahçe’ye gidememiştik. Hatta bayramın son günü, bir ihtimal olur da Masalı Bahçe’ye gideriz diye elim telefona gitmişti. Arayacaktım, fakat gece çalıştığı için gündüz uyuyacağını düşünerek aramadım ki uyanmasın!
Emrah’ı göreli bir hafta olmuş bayram bitmişti. Sabah güneşle yola çıkmıştım ve İstanbul’a dönüyordum. Henüz iki üç saat yol almıştım ki bir telefon gelmişti! Bu telefon, ikinci seferiydi yapraklarımın dökülmesinin, güllerimin solmasının, yüreğimin kordan ateşlerle dolmasının. Bunu ilk kez Melik’in kara haberinde yaşamıştım. Ve şimdiyse Emrah’ın kara haberiydi çocukluğumu kanatan, gözlerimi ıslatan, ciğerlerimi sızlatan… O uzun, geniş ve aydınlık yollar Bağlar’daki kapkaranlık patikalara dönüşmüştü birdenbire yaşlı gözlerimde. İki dostun iki kara haberinin kapkaranlık patikalarında yapayalnızdım şimdi. O haberin nasıl da kulaklardan gönle bir köz gibi dolduğunu, yüreği dağlananlardan başkası asla bilemez.
Evet! Aramamıştım ki uyanmasın! Aramamıştım ki uyanmasın! Ne yazık ki, aramamıştım ki uyanmasın! Şimdi arasam ve telefonu açsa yedi yıldır hiç kimseden ondan duyduğum gibi duymadığım o tâ canından söylediği kelimeyi sadece bir kez söylese ya olmaz mı?
“Gardaş”!
...
Dünyayı Eğrek’le ve okulun önündeki musallayı görerek tanımaya başlamam bir kadermiş. Musalla taşını okulun önünde gördükten sonra okulda tanıştığım Emrah’ı ise "bir namazlık saltanat" olan musalla üzerine koyup namazını kıldırmış olmak kaderin verdiği en büyük kedermiş. Masalı Bahçede bir günlük saltanatımız olsun deyip kardeşinin beş dakikalık musalla saltanatına şahitlik etmek ölümden betermiş. Bu yazı, yıllardır içimde biriken özleme kıyasla ancak silik bir nokta edermiş. Ey benim dostlarım! Seyfi kardeşiniz bakın size ne dermiş:
“Aramamıştım ki uyanmasın, ne yazık ki, şimdi arasam da uyanmıyor.”
...
...
Yorumlar
Yorum Gönder