Çok olmuş kalem elden düşeli. Gurbet ellerde üşüdüğümden beri kalem tutamaz olmuşum. Soğuğu başka, sıcağını görmedim henüz bu diyarın. Elim değdikçe kaleme, sırma telleri sızlar yüreğimin şimdilerde. Can yakan bir hasretin gözlerime dizilen taneleri, buğulandırır yazdığım tüm bu satırları. Sevdiklerinden ve sevenlerinden uzak olmak, ta dünyanın bilmem neresinde olmak değilmiş, bizatihi anladım. Aksine mesafeler sevdiklerinin sana ne kadar yakın olduğunu damarlarında hissettiriyor. Tüm sevdiklerin tam yüreğinin üzerinde oturmuş duruyor aslında. Sadece duyularını yitirmiş hissediyorsun. Elini uzattığında dokunamamak, gözünü çevirdiğinde görememek, içine çektiğin nefeste kokularını duyamamak, sevdiklerini özlemek denilen şeyin tarifini veriyor sana. Bir şeyi hakkıyla bilmek tam da bu noktada gerçekleşiyor. Hakkını vererek özlemek bundan gayrısı değil. Mesafelerin senden aldığı tek şey, mesafeler yokken seni sevenler. Mesafeler onları alsın senden zaten. Mesafeler çünkü sana her zaman gerçek sevdiklerini ikram ediyor. Mesafeler, işte onlar sevginin mihenk taşı. Sevginizi mesafelere arz ederseniz, onlar size hakiki sonucu verecektir. Bu yüzden, uzaklaştıkça büyüyen bir sevdanın hamalı olmak dönen bu dünyadaki en büyük bahtiyarlıktır.
Geldiğimden bu yana tam yirmi beş gün oldu. Amerika rüyalar ülkesi. Birileri Amerika hayranlığı taşıdığımı düşünse de bu sonucu değiştirmez. Bu şehir, New York, rüya gibi. Dünyanın her yerinden insanlarla dolmuş taşıyor. Dünyada aradığınız her şeyi bulacağınız farklı şehirler de mutlaka vardır. Fakat burası aradıklarınızdan fazlasını sunuyor size. İlk defa adımımı attığım günden şimdiye kadarki sürede o kadar çok şey öğrendim ki. Yeni insanlar ve kültürler tanımanın zirvesini görüyorsunuz burada. Gel gelelim en çok ihtiyaç duyduğunuz şey adamakıllı bir İngilizce. Sonrasında her şey normalleşiyor. İnsanların ne kadar dışa dönük ve rahat olduğunu görüyorsunuz. Sürekli size gülümsüyorlar. Şehrin en kalabalık yerlerinde bile bir keşmekeş yok. Metroyla ulaşamayacağınız yer neredeyse yok. Caddeler, sokaklar ve binalar sistematik bir düzende. Trafik denilen o ömür törpüsünü unutalı yirmi beş gün olmuş. Metro demişken, en başta çok bocalıyorsunuz yolculuk yaparken çünkü çok karmaşık gelebiliyor trenler ve hatlar. Alıştıkça çok basit olduğunu anlıyorsunuz. Öyle ki daha dün, bir Amerikalı'ya kendi metrosunda yol tarif etmiş olmanın gururunu yaşıyorum:) İşin şakası bir yana. New York, metrosu, okulları, hastaneleri, alışveriş merkezleri, kütüphaneleri ve aklınıza gelebilecek bütün imkanlarıyla devasa bir yer. Brooklyn Bridge ve Manhattan köprülerinden baktığınızda, vakit biraz da akşam üstüyse büyüleyici bir manzara sizi alıveriyor. Bunları da "bizim gibi insanlar mı yapmış la" diye geçiriyorsunuz içinden. "Bunu yapanlar insan mı?" dediğim de oldu yalan değil.
Kendimi gezi yazısı yazar gibi hissettim fakat bu sitem ve serzeniş içeren bir yazı olacak. Öte yandan, yazdıklarımdan buraya nasıl da hayran olduğum pekala anlaşılabilir. Olsun öyle de anlayın sorun değil. Yazdıklarımı bana yazdıran ve bu gördüklerime beni hayran bırakan New York mu yoksa doğup büyüdüğüm, uğruna canımı vereceğim ülkem mi? Ya da ülkemi bu gördüğüm diyarın her anlamda gerisinde bırakan tembel, yeteneksiz ve liyakatsiz insanlar mı? İç çekişmelere ortam hazırlayarak insanları birbirine kırdırtan ve bundan nemalanan asalaklar mı? Bir işi yaptığında buradakilerden yüzlerce kat iyisini yapacak insanlara inançları ve sahip olduğu kişisel fikirler yüzünden hayat hakkı tanımayanlar mı?
Ya da sormadan edemiyorum kendime:
İstanbul'da ekonomik imkanların yetersizliği yüzünden Esenler gibi bir semtte beş yıl oturup intihara meyilli biri haline geldiğim için ben mi suçluyum? Akademisyen olma yolundayken, evime döndüğümde arabama park yeri bulamamak ve bu yüzden neredeyse sanayici iş-adamları (!) tarafından linç edilme tehlikesi yaşamak benim mi suçum? Vatandaşa oturacağı adam gibi ferah evler ve standartlar sunmamak benim mi suçum? Çalıştığım kurumlarda şahit olduğum adam kayırmalar, mobingler, haksızlıklar benim mi suçum? Camilerde namaz kılarken ayakkabım ya da çantam ha gitti ha gidecek diye ödüm koparak namaz kılmak benim mi suçum? Çalıştığınız bir sahada bilgi eksikliğinizin olması durumunda, sizi yeteneksiz, iş bilmez, becerisiksiz olarak nitelendirip gerçekten bu hale getirmeleri, özgüveninizi yerle bir etmeleri benim mi suçum? Potansiyeli olan birini farketmemek ve ona özgüven aşılayarak çok büyük işler başarabileceğini göstermemek benim mi suçum? Potansiyelle birlikte bilgi ve beceri sahibi olan insanların önüne engeller koymak benim mi suçum? Zalim bir bürokrasiyle olacak her işin olmayışını sağlamak benim mi suçum? New York'ta tanıdığım on kişiden onunun da bana: "Türkiye'ye emekli olunca belki dönerim" demesi benim mi suçum? "Türkiye'de asistan olmaktansa burada Starbucks'da çalışırım" diyerek akademiyi bırakan adamlar tanımış olmak benim mi suçum? Haftada ya da ayda iki üç kez devletin imkanlarıyla buraya gelip gördüklerini ülkemizde hayata geçirmek için çaba harcamamak benim mi suçum?
Bildiğim bir şey varsa o da mesafelerin sevgiye ve özleme mihenk olduğu. Ben suçsuzum hakim bey. Ben yalnızca mesafeler sayesinde dinimi, vatanımı ve onun içindeki insanı ne kadar sevdiğimi anladım.
Hocam Tubitak ile yurtdışında bir üniversiteye gitme süreci ile ilgili yazılarınızı okudum. Son derece bilgilendirici ve oldukça faydalı yazılar. Teşekkürler.
YanıtlaSil