" ترجو النجاة ولا تسلك مسالكها إن السفينة لا تجري على اليبس "
Ebu'l-Atâhiye (ö. 210), dönemin Abbasi Halifesi Hârun er-Reşîd (ö. 193) kendisinden bir nasihat isteyince ona yukarıdaki beytini okumuştu. Bu, burada bir kalsın hele, biz devam edelim. Bakalım nereye varacak bu yazının sonu.
Tebdîl-i mekanda ferahlık vardır sözüne her zaman inanmışımdır. Tecrübe ettiğim kadarıyla, bir mekanda değişiklik yapmanın avantajları her zaman mevcut. Çünkü yaşadığınız mekan, havası, suyu, neşesi, hüznü, darlığı, genişliği, tüm fiziksel ve ruhsal bileşenleriyle zamanla sizi etkisi altına almıştır. Bu bileşenler size ferahlık veriyorsa orada yaşamaya devam etmek isteyeceksiniz. Durum bunun tam aksiyse, yaşadığınız mekana saplanıp kalmış bedeninizin içinde, ruhunuz can çekişecektir. Bu nedenle değişiklik yapma fırsatınız varsa hiç beklemeyin, bir ferahlayın. Ama benim gibi şu zaviyeden bakarken bile iç çekeceksiniz emin olun:
Amerika'daki bir buçuk ayımı doldurmuşken, yirmi yıldır burada yaşayan bir arkadaşımla telefonda görüştük. Görüşmenin ardından, yazımın başında paylaştığım, Ebu'l-Atâhiye'nin beyitleri aklıma geldi. Arkadaşım bana çalışmak için evden uzaklaşması gerektiğini ama bunu yapmanın da biraz gayret gerektirdiğini söyledi . Çünkü bir kütüphanede veya kafede daha çok odaklandığını ifade etti. Evden çıktıktan sonra, kütüphaneler şöyle dursun, bir öğrenci veya sıradan bir vatandaş için New York'taki neredeyse bütün kafelerde ders çalışabilme, kitap okuma ve gruplar halinde bir araya gelerek bir aktivite yapabilme imkanı olduğunu belirtiyordu, ki zaten öyle, işte tam burada benim filmler koptu. Adamlar kafelerde bile çalışmak isteyene öyle bir ortam hazırlamışlar ki...
Türkiye'deyken son birkaç yılda yaşadığım aksiyon dolu zamanlar aklıma geldi yine. Çalışmak için gittiğimiz mekanda, -sanki çalışmayalım diye- bize sunulmayan imkanları düşündüm. Burasıyla kıyasladım yine. Çünkü insanın doğası böyle. İki şeyi her zaman kıyaslayan tek varlığız. Kıyas için de zaten en az iki şeye ihtiyacımız var; orası da ayrı konu. Bu iki şeyin yanında iki şeye daha ihtiyacımız var: Eleştirel düşünce ve hakkaniyet.
Daha bu cuma -(26.01.2019) tarihinde- namaz için gittiğim NYU (New York University)' nun personeline bile değil, öğrencilerine ve hatta mezunlarına sağladığı çalışma, yeme-içme, dinlenme, eğlenme, sosyal aktivite, dini faaliyetlerini yerine getirebilme imkanlarını görünce; İstanbul'daki odamın kontaplek (tdk'da bu sözcüğü bulamadım) duvarları geldi gözümün önüne. O duvarların solundaki mescidi düşündüm. Burada, elinde bir metin olmadan, Arapça bilen bir hoca efendi, fakültenin tahsis ettiği 200 kişilik mescitlerde video konferans sistemini de kullanarak her cuma neredeyse bin kişiye hitap ediyor. Bize ise sağdaki soldaki camilerde ayakkabımız çalınacak korkusuyla namaz kılmak kalışını görünce canım acıyor. İstanbul'da, çalıştığım odaya ışık girmesin diye, zemine yakın bir noktaya konulmuş, başka bir deyişle, sanki parasızlık nedeniyle devletin ancak bu kadarına gücü yetmiş denilebilecek "o dar pencere" çerçevesi gözümün önüne geliyor. Ardından, eleştirilerime hedef olan bu odaya geçip çalışmaya başlamak için iki yıl beklediğimi de hatırlıyorum. O iki yıl boyunca koridorlarda yer aradığımızı, sadece bizden önce göreve başlamış diye, boş bir odaya kapak atan arkadaşımızın yanına sığındığımızı da unutmuyorum. Hasılı, odayı bulmasına bulmuşuz şükür ama bu defa, o odada çalışmak için bilgisayarı, yazıcıyı bulabilme çırpınışlarımı da eklemeliyim buraya. Resmi bir evrakın çıktısını alabilmek için, okulun dışında bir fotokopiciye gitmek zorunda kaldığımı söylemek istemezdim ama ne yazık ki söylemek zorundayım. Odama bir bilgisayar ve yazıcı alabilmek için bin bir türlü bürokratik engelle karşılaştığımı hatırlayınca ciğerim dağlandı. Düşünün ki benim yaptığım iş bakkallık, kasaplık ya da berberlik değil. Ama bugün bir bakkala, bir kasaba bir berbere: "Bre berber senin dükkana gelip bir çıktı alayım" diyecek hale geldiğimi biliyorum.
Bazen işimiz bu ya(!), kitaba ihtiyaç duyuyorsunuz, bir kütüphanemiz neden yok? diye sorduğunuzda: "Şurada Süleymaniye Kütüphanesi! diye bize yol gösterilmesine ne demeli, yine içim sızladı. Hele bir tuvalet faciası var ki... 24 erkeğin bulunduğu bir katta, erkek wc'si olması gereken bir yeri 8 bayana, hem de o katta bayanlar wc'si mevcutken, tahsis ettiklerini hatırladım yine. Wc'ye gitmek için altı kat merdiven inip çıktığımı, binadaki asansörlerin işlevi olmayıp müzede sergilenmek üzere binaya konulduğunu öğrendiğim gün, spora başlamaya karar vermiştim ve yaklaşık üç yıldır spor yapıyorum saolsunlar:) bu da demek oluyor ki mesele üç yıla yakın sürmüş. Artık işler b.ka sarıyor ve diyorum ki kendime: "Hem burada hem orada tuvaletten yana yüzümüz gülmedi arkadaş! İyisi mi bırak bu b.ktan düşünceleri buradaki işine odaklan! Odaklan ama olmuyor işte. Kafam deli gibi çalışıyor şu sıralar. Düşünüp duramıyorum ve düşünmeye devam ediyorum: "İnsan bu devasa kütüphanelerden aldığı bir eseri, yukarıda paylaştığım manzaralara nazır okurken neden bir wc için iki ülkede de sıkıntı yaşadığını düşünür mü? Hatta burada kesinlikle belirtmeliyim ki dün evdeki wc'de patladı geçmiş olsun. Ama iyi bir yanı var burada bu türlü işleri yetmiş yaşındaki ev sahibi hallederken, İstanbul'daki kiralık evde bu olay başıma gelseydi b.ka battığımızın resmini çiziyorduk. Neyse, aklıma askerdeyken komutanlardan birinin: "Asker, her şeyin içine wc'nin dışına yapar" ifadesi de geliyor ve bir devinim yaşıyorum şu soruyu sorarken kendime: Bize neden askerlik yaptırmışlar arkadaş? Birileri bu ülkenin içine yapıp suçu dışarıya atsın diye mi?
Neyse, bırakalım bu kokuşmuş düşünceleri, mızmızlanmaları ve Ebu'l-Atâhiye'ye kulak verelim :
"Kurtuluşu umuyorsun ama kurtuluşun yollarına girmiyorsun
Hele bir düşün, gemi hiç karada yürür mü?"
Geçmişte, yaşadıklarımı anlatışım birçok dostun zoruna gidecektir. -Zoruna gidenler tepkisini veriyor zaten, sıkıntı yok- Onlar çıktığım kabuğu beğenmediğimi söylese de kabuğun içinde kaldıkları için kabuğun dışını görmemelerinden dolayı onları anlıyorum. Aforoz edilmeyi göze aldığım okkalı bir yazı döşenmek benim de en doğal hakkım.
Gemi karadan yürür mü? meselesine gelince, bunu yapmayı başardığına inanılan tek kişi dedemiz Fatih Sultan Mehmet Han. Onun gemileri karadan yürüttüğü tarihçiler arasında tartışmalı olsa da biz olayı yanlış anlamayalım. Fatih Sultan Mehmet Han bunu yaptıysa bir gün bütün gemilerimiz o denizde yüzsün, diyeydi. Biz ise kurtulmayı, ilerlemeyi Fatih'in karadan yürüttüğü gemiye bırakmış durumdayız. Oysa karadan gemi yürütme vakti geçeli 566 yıl oldu yanlış hatırlamıyorsam. Millet olarak gemilerimizi denizlere değil, okyanuslarda "Vira bismillah!" deyip uçurmamız gerekmiyor mu sizce?
Yorumlar
Yorum Gönder