Ana içeriğe atla

Eğrek III




Çocukluk günlerine dönüp bakıyorum bugün yine bir temmuz dokuzundan. Umutlar, hayaller, hedefler ve yaşamayı mümkün kılan her ne varsa yitip gitmiş gibi. Kupkuru bir hayalden öteye geçmiyor gençlik yıllarım. Ömürde kaç kez yaşarız ki temmuz dokuzunu? Bir de bakarsınız ki temmuz ölüme yaklaşmış yirmi dokuzunda. Otuzunda ölecek olan temmuz için, benim gibi bir insanın ömründen otuz üç kere geçmiş olması çok da şaşırtıcı olmasa gerek.

Eğrekten ilk kez aşağı mahalleye indiğim gün... Siyah önlüklerini giymiş iki küçük kız çocuğunun arasında, yine siyah önlüklü ve onların ellerinden tutmuş sırtında bir okul çantasıyla küçük bir erkek çocuğu...Okulun kapısına beş on metre mesafede daha sonradan musalla taşı olduğunu öğreneceğim, benim gibi küçük bir çocuk için gayet büyük bir beton parçası. İlginç değil mi? Okulun bahçe kapısı önündeki geniş alanı, mahallenin cenaze törenlerinin icra edildiği bir alan yapmış mahalle ahalisi. Şimdi düşünüyorum da kalem ve defterle tanışmak için geldiğim kapının önünde musalla taşının duruyor olması pek de mânidarmış. Ancak, ilk kez şimdi düşünüyorum bunu. Bu daha da mânidar sanki. Kalem ve defterden önce tanımıştım musalla taşını, adını o gün öğrenmesem de. Bir de teneşir vardı. Onu ise sonradan tanıdım. Tahtadan bir sedye gibiydi. Mahallede bir cenaze olduğunda, cenazenin olduğu evin önüne bir yere kazan kurulur, su ısıtılır ve bir paravan oluşturulur, cenaze bu tahta sedyede yıkanıp kefenlenir ve tabuta konularak omuzlarda okulun önündeki o büyükçe beton parçasının üstüne getirilir oradan da mahallenin ahirete açılan kapısına, mezarlığa, götürülüp defnedilirdi. Şimdi okulun bahçesine giriyorum hayalimde. İçeriden kuş cıvıltısı gibi çocuk sesleri geliyor. Ablalarım beni arkadaşlarının yanına götürüyor. Küçük bir serçe gibi ürkekçe bakıyorum etrafa. Ablamın arkadaşı da benim gibi okula yeni başlayan kuzenleriyle tanıştırıyor beni. Sonra herkes koşup oynarken bense nereye geldiğimi anlamaya çalıştığım o an, bir zil çalıyor ve bütün öğrenciler okulun bahçesinde büyükçe merdivenleri olan okul kapısının önünde toplanıyor. Ablamlardan ayrılmak istemiyorum o kalabalıkta. Sonra bir tören yapılıyor ama ben ne olduğunu anlamadan ablamların beni götürüp bıraktığı sınıfta buluyorum kendimi. Beş erkek, yedi kız öğrencinin olduğu bu sınıf, giriş katın sol tarafındaki koridorun sonunda en baştaki sınıf olan 1-A sınıfı. Yanında 2, 3 ve 4-A sınıfları var. Bir üst katta ise 5,6,7 ve 8-A sınıfları var. Daha o zaman her sınıfın bir yıl sürdüğünü öğrendiğimde bir alt kattan bir üst kattaki 5-A sınıfına çıkmak için çok uzun yıllar olduğu için sabırsızlanıyordum. Bir an önce büyümek istiyordum. Şimdi nasıl bittiğini hatırlamaya bile zorlanmam ne kadar da ironik değil mi?

Evet... Okulun ilk günü. Yıl 1992. Zannedersem bir eylül ayı ve yazdan kalma tertemiz bir hava. Hayatımın ilkelerini yaşadığım, ilkokul arkadaşlarım Bahattin'i, Sercan'ı , Ferhat'ı, Battal'ı tanıdığım o gün, kız öğrencilerden Nuran ve kardeşi Figen'i daha önceden tanırken, Dursune, Emine, Nurten, Seval ve Meral'i o gün tanımıştım. Öğretmenimiz ise başının ortasında saçları olmayan yanlarında kalan kıvırcık saçlarına ise kır düşmüş, esmer yüzü ve gri takım elbisesiyle gözümün önünde duruyor sanki. Bu harfleri bana öğrettiği o günler dün gibi gözümün önünde. Çamçıra denilen o şekilleri defterime çizişim, keserek kendilerine has defterlere yapıştırdığımız okuma fişleri, şekiller, sayılar, o sobalı sınıfı ve içindeki  her şeyi sanki dün oradaymış gibi hatırlıyorum. Öğretmenimizin, zannedersem ilkokul beşinci sınıf yıllarımda vefat haberini aldığımda içime bir sızı düştüğünü şimdi bile hissediyorum. O güzelim günlerin, şimdi hasretle aradığım yılların başı olduğunu anlıyorum kısacası. 

Okulda, öğrendiğimizde en çok sevdiğimiz şey teneffüs denilen beş dakikalık ders aralarıydı. En sevdiğimiz oyunları oynamak için çok kısa kalan o tatlı zaman dilimleri sanki hayatın da böyle kısacık tatlı anlardan ibaret olduğunu söyler gibiymiş. Her sabah okula gitmek için can attığımı, arkadaşlarımla okula bir saat önceden gelip ders başlayana kadar oyunlar oynadığımızı hiç unutmuyorum. Kışın okulun bahçesindeki çam ağaçlarının yanında kardan adam yapışımızı, kar topu oynayışımızı, okulun bahçesinde saklambaç oynarken okul duvarının arkasından gizlice ebeyi izlediğimizi nasıl unutabilirim ki? 

Öylesine gerçek ki hayalimde ilkokula başladığım o yıllar. Sanki birazdan, saklambaç oynarken çömlek patlatmak için planlar kuracağız arkadaşlarımla. Benim siyah önlüğümü başka arkadaşım giyecek, onunsa mavi önlüğünü ben giyeceğim. Böylece ebe olan arkadaş yanılarak beni sobelediğinde çömlek patlayacak ve yine ebe, o arkadaş olacak. Keşke akıp giden yıllar ebe olsa ve siyah önlüğümü arkadaşımın mavi önlüğüyle değişsem, yıllarla oynadığımız saklambaçta. Belki bir çömlek patlatır, yılları kandırırdık. Böylece zaman bize beyaz kefeni giydirmeden ve teneffüsün bittiğini haber veren zil çalmadan o neşeli, saf ve tertemiz günlerden nasiplenirdik bir nefes bile olsa...


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Ds-160 formu, hatalar ve çözüm

Ds-160 formu ABD vizesine başvurmak için doldurulan temel bir formdur. Formla ilgili ciddi bir stres yaşadığım için normal yazılarımın içeriğinden farklı olarak bu konuya birilerine yardımcı olmak adına yer vermek istedim. İlgili olmayanlar sizi diğer yazılarımı okumaya davet ediyorum:)  Ds-160 ABD vize formu cennete gidenlerin doldurabileceği türden. Cennete alıyorlar sanki sizi o nedenle de böyle zorluyorlar. Cennete gideceklerin bile hataları olduğuna göre, bu formu doldururken hata yaptınız diye dert etmeyin. Aslında işi bilirseniz yarım saatte dolduruluyor. Nitekim ikinci Ds-160'ı düzenlemek yarım saat sürmedi. Birinciyi sormayın :)  Öncelikle belirtmeliyim ki, konuyla ilgili Türk internet sitelerinde düzgün bir yanıt bulamadım. Bir cevap varsa bilmiyorum, ben bulamadım. Şimdi, bundan sonra başına benzer problem gelebilecekler için bu yazıyı kaleme alıyorum. Bu yazı sütten ağzı yanan birinin kaleminden dökülmüştür. Öncelikle yazı, hatasını düzeltmek ist

Tübitak'ın 2214-A Bursuna Başvurmak: Davet mektubu

Tübitak 2214-A yazı dizisini yaklaşık 11 aylık bir sürecin sonunda yazma ihtiyacı duydum. Çünkü 2214-A burs serüveni ciddi bir emek gerektirmekteydi ve gereken emeği harcayarak bugüne gelince, bu yola düşenlerin ne kadar yardıma ihtiyacı olduğunu anladım. Birazdan bu serüvenimi noktasına virgülüne varana dek size aktaracağım. Ancak bunu bölüm bölüm sunmanın daha faydalı olacağını umarak, davet mektubu almak la ilgili yaşadıklarımı bu yazıda anlatacağım. Bu arada, yazının muhatapları akademik camiada yer alan lisans, yüksek lisans ve doktora öğrencilerinin tamamı olabilir. Ancak bir projenin ve çalışmanın nasıl geliştiğini merak eden herkes de gayet tabî, bu yazı dizisinden istifâde edebilir. O halde başlayalım: Tâ lise yıllarımda Tübitak diye bir kurumdan haberdar olmuştum. Bazılarınız "Geç kalmışsın" diyebilir, hiç sorun değil. Şuan geldiğim noktada, hayatta öğrenmem gereken o kadar çok şeye geç kaldığımı görüyorum ki. Konuyu dağıtmadan devam edelim. Tübitak, o

Davet Mektubu Örneği

Tübitak 2214-A bursuna başvururken hocanızın size nasıl bir mektup yazacağını ona iletmeniz açısından iş görecek bir örnek sunacağım.  Ben Amerika'daki danışmanıma Türkiye'deki fakültem adına (Üniversite ve fakülte adının ve ambleminin yer aldığı antentli kağıdıyla) aşağıdakine benzer bir mektup yazdım. Tübitak'ın benden istediği şartları orada sıraladım. Böylece Amerika'daki danışmanıma Türkiye'deki fakülte dekanlığının imzaladığı bir metinde meramımı iletmiştim. O da kendi üniversitesinin antentli kağıdına yazdığı şu mektubu pdf. olarak göndermişti.  Hocanıza "örnek olarak bu türden bir şeye ihtiyacım var" derseniz, işiniz kolaylaşabilir.  Tabi bunu fakültenizin ağzıyla söylerseniz işler daha da kolaylaşabilir. Böyle bir mektup hazırlar bunu başvurmak istediğiniz tüm üniversitelere de proposal ve cv ekleyerek gönderirseniz yine iş görmesi açısından etkili olabilir. Denemekte ve sonucu burada paylaşmakta yarar var. O halde, herkese kolaylıklar.