Ana içeriğe atla

Kayıtlar

Ölmeden bir gün önce

                                          O gün uzunca bir zamanın ardından Melik yanıma gelecekti. Öncesinde askerde olduğu için yüz yüze görüşememiştik. Birkaç gün öncesinden haberleştik ve nihayet kavuşma anı gerçekleşiyordu. Okulun giriş kapısında bekliyordum onu. Birden o alıştığım gülümsemesiyle koşarak yanıma geldi ve o meşhur güreşci sarılmasıyla sarıldı kemiklerimi kırarcasına.  Hâsılı buluştuk ve okulun terasına çay içmeye çıktık. Sınıf arkadaşım Mahmut Hakkı,  o esnada Melik'e hoş geldin derken nereden aklıma geldiyse bir fotoğrafımızı çekmesini  istedim. Sonra okuldan ayrıldık ve Beyazıt'a gittik.  Melik askerdeyken nişanlanmıştı ve yaza düğün yapmaya hazırlanıyordu. Beyazıt'ta dolaşırken bana öve öve bitiremediği bir tatlıcısı vardı. Orada mutlaka tatlı yememiz gerektiğini söyledi. Ben de merakla "Güllüoğlu falan yanında halt etmiş" dediği bu tatlıcıyı etrafta bakınırken birden seyyar bir araba içerisinde Kemal Paşa tatlısı satan a

Çakıl taşları

Uzunca bir sohbetin son kelamı gibi dönüşün İstanbul'da sonbahar sonrası manzara yine sarışın Gözlerin bir ressamın fırçası gibi değiyor  İstanbul'uma Gidiyorsun, bir sancı değiyor işte soluma Ömrüm kaybettiklerimin ardında kalan zaman dilimi Diyemem içimdekileri bir şeyler bağlar dilimi Çakıl taşlarıyla örülüdür gönül duvarlarım Zaman işte bir taştır uçurumlardan yuvarlarım Dağınık beyitlerin ardında gizlenir manalarım Gidenlerin ardından ben hep böyle ağlarım Dedim ya bir başka ağlarim işte gidene Gözyaşlarım hep bu nedenle düşer kefene Meraklı bakışların buğulanır gözbebeklerimde Gözlerimse bir bebek gibi ağlar toy beyitlerimde Kefene, beyite, bebeğe ve göze su değince Yürekte kalan sızıdır bir tuz gibi, ince Çakıl taşlarıyla örülür şimdilerde şiir duvarları Sabrı ve renksiz kelimeleri zamana uğurlarım

Kahır

                                                                                                                    İki dostun iki derin mezarı gibi gözlerin İki mezara dizilen uzun tahtalarsa kirpiklerin    İki dostun iki beyaz kefeni gibi ellerin Bir hüzün kelepçesine amadedir bileklerin    İki dostun iki tabutu kadar soğuk avuçların Kanatları kırılmış yüreğim üstünde uçan kuşların    İki dostun iki hüseyni salâsı gibi son sözlerin Kulaklarımdan gönlüme dolar ayrılık közlerin    İki dostun dört tekbiri kadar kısacık vedaların Ve yine ardındadır kısalan günler dağların    İki dostun iki ölüm sabahı gibidir yokluğun Tüm kara haberler içindedir yine suskunluğun    İki dostun iki kaskatı cesedi sanki resimlerin Salt acısı ciğerdedir resme düşen mevsimlerin    İki dosttan geriye kalanlar gibi kalıntıların Söylenememişliklerdir ölümden tüm alıntıların    İki dosttan arta kalan iki zindan yalnızlığım İki çaresizliktir ikili mısralarımda

Girizgâh

"Aldatmayı zekâ, dejenere olmayı özgürlük, ahlaksızlığı sanat, sömürüyü yardım olarak adlandırması bu medeniyetin ayıplarındandır" der Mustafa es-Sıbâi. Aslında bu söz üzerine söz söylemek,  itnab kabilinden olsa da kendilerine itnab  yapılmasının vacip olduğu muhatapların sayısının azımsanması abes olan bir medeniyet (!) evresindeyiz. Anlatıp anlatıp bitirilemeyecek  nice problem orta yerde duruyor, anlattıkça ise yeni bir problem bitiveriyor burnumuzun dibinde. Sussak gönül razı değil, söylesek faydası yok diyoruz bu çözümsüz problemler için. O zaman gönlümüzü razı edelim. Varsın faydası olmasın. Biz ucunda ölüm de olsa Hakk'ı söyleyelim. İşte söze başladık. Sözümüz bazen gözümüz bazen özümüz olur. Gün olur sözü süzer dizeriz, gün olur sizi üzer gideriz. Maksat hoş bir sadâ bırakmak gökkubbede. Niyet dertlere derman bulmak ilelebede. Bazen ne sır ne zâhir gibi bazen nesir bazen şiir gibi dile geleni paylaşmak üzere...